Anti-Christo State of Civilization / Uygarlığın anti-vaftiz haline maruz kalırken… – Evrim Altuğ (2016)

[Türkçe için sayfayı aşağı kaydırın]

Anti-Christo State of Civilization

The public installation titled “Exposure” by Özgül Arslan, which she “exposed” on Kurbağalıdere at Fenerbahçe in Kadıköy district, the residential area of relatively bohemian bourgeoisie of the megacity Istanbul with 18 million population, was a surfacing experience that took place in “parallel” with the geographic-ecological-political 15th International Istanbul Biennial with the theme “Salt Water”. The biennial was curated by Carolyn Christov – Bakargiev and organized by Istanbul Foundation for Culture and Arts.

It was a phenomenon of ‘surfacing’ and rendering transcendental afterwards.

The clean, lacy, womanly, maternal and hopeful ‘curtain’ physically pushed with all its delicacy by Arslan created a feeling of organic ‘aesthetical cream’ layer as a natural consequence of making yogurt in a way inclined to become mouldy.

However, this a posteriori liaison of the ‘installation’ with the public space was hurtful.

The arrogance of the so-called civilized ‘accumulation’ underlying the artist’s intervention to the titular nature inwardly intensified as the project’s pit of hell disguised itself in a kind of subconscious. The heavenly, ethereal optimism generated by the defenseless and wind-loving curtain somehow disguised us, the ‘frogs’ of this tainted time river, as miserable ‘hybrid’ creatures. The swearing created by kindness confronted us as the most prominent element of visual violence in the project.

Similarly, meters of clothes with enlightening, transcendence and yellow of love scattered around the world and adorned with civilization ‘legacies’ by Christo, symbolic winding-clothes somehow intellectually communicated with Özgül Arslan’s installation. It is convenient to coin the word ‘Anti-Christo’ and pronounce it here in order to be able to describe the maliciousness of the scene created by Arslan. The work makes itself more visible when the installation is interpreted in terms of the French philosopher and contemporary photograph artist Jean Baudrillard’s texts. In his essay titled ” HYPERLINK “https://books.google.com.tr/books?id=gnJnZqQCtxEC&pg=PA60&hl=tr&source=gbs_toc_r&cad=4″ Prophylaxis and Virulence”, published in the book “The Transparency of Evil” (Editions Gallimard, 1990), Baudrillard states that:

“…It is true in a sense that nothing really disgusts us any more. In our eclectic culture, which embraces the debris of all others in a promiscuous confusion, nothing is unacceptable. But for this very reason disgust is nevertheless on the increase – the desire to spew out this promiscuity, this indifference to everything no matter how bad, this viscous adherence of opposites. To the extent that this happens, what is on the increase is disgust over the lack of disgust. An allergic temptation to reject everything en bloc: to refuse all the gentle brain-washing, the soft-sold overfeeding, the tolerance, the pressure to embrace synergy and consensus.

All the talk of immunity, antibodies, grafting and rejection should not surprise anyone. In periods of scarcity, absorption and assimilation are the orders of the day. In periods of abundance, rejection and expulsion are the chief concerns. Today, generalized communication and surplus information threaten to overwhelm all human defences. Symbolic space, the mental state of judgement, has no protection whatsoever. Not only am I unable to decide whether something is beautiful or not, original or not, but the biological organism itself is at a loss to know what is good for it and what is not. In such circumstances everything becomes a bad object, and the only primitive defence is abreaction or rejection.”

This time “Exposure” experiences its own reincarnation in an “Operation Room”, backstitched to a hospital -with bona fides and the demand for mutual transformation- located in an art gallery. The work leaves us in the lap of a secondary extremism, cleanliness, perfection, so-called health -earthly product of arrogance-, a kind of life ‘norm’ transformed into a meta.

From this aspect, the inside out intervention to the work by the curator of the exhibition, art critic and academician Seda Yavuz inevitably directs us to some questions asked by Baudrillard in 2005.

Baudrillard emphasizes in the essay titled “Images Where There Is Nothing To See” in his book “Conspiracy of Art” where he problematizes the “New Art Order and Aesthetics”:

“The same must be torn from the same. Each image must take away from the reality of the world, something must disappear from each image, but one must not give in to the temptation of annihilation, of definitive entropy, the disappearance must remain active: that is the secret of art and seduction.”

‘Exposure’ is a case which confronts the autopsied civilization with its own self through its image.

Probably thanks to its being hygienic, in this land of ‘parallel’ universe and conspiracies, it makes us contemplate on the fact that ‘dirty’ and ‘clean’ originally derived from each other in the first place.

Evrim Altuğ, 2016

 

=================================

 

Uygarlığın anti-vaftiz haline maruz kalırken…

Özgül Arslan’ın yaklaşık 18 milyonluk İstanbul megakentinin görece bohem burjuva sınıfının ikâmetgâhı denebilecek Kadıköy ilçesindeki Fenerbahçe semtinde yer alan Kurbağalıdere’ye – maruz bıraktığı – tercihen yerinde seçilmiş aynı adlı yerleştirmesi, öncelikle sanatsal okuma olarak yinelemek, yenilemek ve gönüllü olarak yenilmek istediğim bir sürecin tetikleyicisi oldu.

dOCUMENTA (13) küratörü, (iyi ki) Füsun Onur ‘hayran’ı Carolyn Christov – Bakargiev’in İstanbul Kültür Sanat Vakfı imzalı “Tuzlu Su” teması taşıyan coğrafi ve ekolojik – politik temalı 15’nci Uluslararası İstanbul Bienali sürecinde deneyimlediği ve biz ‘ötekilere’ iade-i itirazda bulunduğu bir yüzeyleştirme tecrübesi bu.

Herşeyden evvel ben buna, naçizane bir yerleştirmeden çok ‘yüzeyleştirme’, oradan, aşkınlaştırma fenomeni demek isterim. Arslan’ın, fiziksel olarak tüm narinliğiyle iteklediği temiz, dantelli, kadınca, anaç ve umutvar, iyimser ‘perde’si, küflenmeye yüz tutmaya elverişli yoğurt yapımının doğal bir neticesi olarak, organik bir ‘estetik kaymak’ tabakası duygusu yaratıyor.

Ancak ‘yerleştirme’nin kamusal alanla kurduğu bu emrivaki ‘irtibat’ can yakıyor. Bizi, umut ve umutsuzluğun arafında mahsur ve ona kesinkes maruz bırakıyor. Rehin ediyor.

Sanatçının yalnızca adı kalmış doğaya müdahalesinin altında yatan medeniyet ‘iz’lerinin karanlığı, ölümcüllüğü ve bu ‘birikim’in nobranlığı, projenin gayya kuyusu olarak içten içe yoğunlaşıyor, bir nevî bilinçaltına bürünüyor. Perdenin ürettiği göksel, uhrevî iyimserlik, modernitenin tükettiği aşırı tüketimin duyarsızlıkla içselleştirdiği ‘Kurbağalıdere’nin biz sessiz ‘kurbağaları’nı da, sefil birer ‘hibrid’ yaratığa büründürüyor. Nezaketin yarattığı küfür, projenin en önemli görsel şiddet unsuru olarak karşımıza çıkıyor.

Bu aşamada, kesinlikle bir ‘taklit’ veya ‘yineleme’ olarak anlaşılmamasını arzu ettiğim bir durum daha ortaya çıkıyor. Christo’nun aydınlanma, aşkınlık ve sevgi sarısı metrelerce kumaşla dünyanın dört bir yanına saçtığı ve medeniyet ‘kalıt’larına bezediği sembolik kefenler, Özgül Arslan’ın yerleştirmesiyle son derece entelektüel bir iletişime geçiyor. İçimden Arslan’ın ürettiği manzaranın kötücüllüğünü tariflemek üzere ‘Anti-Christo’ kelimesini (karşı vaftiz) üretip, telaffuz etmek geliyor. Geliyor, çünkü bu yerleştirmeye – hadi burada kendimi biraz kayırarak ifade edeyim – çok sevdiğim Fransız felsefeci ve güncel fotoğraf sanatçısı Jean Baudrillard’ın metinleri, gözümün, gönlümün ve aklımın önünden, tıpkı Kurbağalıdere’nin kayıtsız ağırlığınca geçip… kalıyor. Gitmiyor. Çünkü Arslan’ın projesi bu kez kendi kendinin reenkarnasyonuna hazırlanıyor; “Estetik Müdahale”ye maruz kalıyor…

Bu estetik vesile ile, ben de sizleri ve eşzamanlı olarak bu narinliğince kudretli yapıtı şu okumaya maruz bırakmak istiyorum:

Şöyle diyor, “Herkes, ötekine kurduğu tuzakla yaşar,” diyen sevgili, müteveffa Baudrillard, Editions Gallimard’dan 1990’da yayımladığı. Türkçeye Ayrıntı Yayınları’nca Emel Abora ve Işık Ergüden tarafından kazandırılmış “Kötülüğün Şeffaflığı” kitabındaki “Korunma ve Zehirlilik” isimli denemesinde:

” …Artık hiç bir şeyin bizi hakikaten tiksindirmediği de doğru. Tüm diğer kültürlerin bozulmasıyla ve üşüşmesiyle örtüşen eklektik kültürümüzde kabul edilemeyecek hiç bir şey yok. Tiksinti bunun için büyüyor. Bu izdihamı, en boktan şey karşısındaki bu umursamazlığı, karşıtların bu yapışkanlığını kusma arzusu, bu yüzden var.Her şeyi toptan reddetmenin alerjik çekiciliği, yavaşça zehirleme, yavaşça aşırı besleme, hoşgörü, işbirliği ve anlaşma şantajı.

Bağışıklık, antikor, nakil ve reddin bu kadar söz konusu olması bir rastlantı değildir. Kıtlık evresinde yutma ve sindirmeyle uğraşılır. Bolluk evresinde sorun, atmak ve kovmaktır. Genelleşmiş iletişim ve enformasyon fazlası, insanın tüm savunmalarını tehdit ediyor. Simgesel alanı, zihnin muhakeme alanını koruyan hiç bir şey yok artık. Neyin güzel, neyin çirkin olduğuna, neyin orijinal, neyinse orijinal olmadığına ben karar veremediğim gibi, biyolojik organizma da, kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar veremiyor artık. Bu durumda her şey kötü nesne olur ve yegâne savunma, ani tepki veya reddetmedir.”

Bu sözlerin soluk ve hakiki, ölümlü, ölümcül aydınlığında “Maruz”, kendi reenkarnasyonunu bu kez bir “Operasyon Odası”nda, bir hastaneye – iyi niyetle ve karşılıklı dönüşüm talebiyle – teğellenmiş sanat galerisinde tecrübe ediyor ve bizleri bu kez ikincil bir aşırılığa, temizliğin, mükemmelliğin, sağlık denen kibir ürününün, metaaya dönüştürülen bir yaşam ‘norm’unun kucağına bırakıyor.

Bu yönüyle sergi küratörü, sanat eleştirmeni ve akademisyen Seda Yavuz’un yapıta – sanatçının da rızası eşliğindeki – müdahalesi, tersyüz hali, bizi yine Baudrillard’in 2005’te yazdığı ve “Yeni Sanat Düzeni ve Estetik”i sorunsallaştırdığı, Ali Artun editörlüğündeki İletişim Yayınları etiketli, “Sanatın Komplosu” kitabındaki kimi sorulara yönlendirmeden edemiyor.

Şunu vurguluyor Baudrillard, müthiş ironisiyle, aynı kitabındaki “Görülecek Hiçbir Şeyin Olmadığı İmgeler” metninde:

“Aynıdan, aynıyı söküp almak gerekir. Her imge, dünyanın gerçekliğinden bir şeyler alıp götürmeli, her imgede bir şeyler kaybolmalıdır, ama imhanın, katı entropinin cazibesine de kapılmamak gerekir – kayboluş etkin halde kalmalıdır. Sanatın ve ayartmanın sırrı budur.”

Bu yönüyle uygarlığı bu kez de kendi varoluşunun cerrahisiyle yüzleştiren söz konusu ‘güncellenmiş’ bu güncel serginin, kendinden taşarak fonksiyonel bir yergi süreci halini aldığına da kimsenin itiraz etmesi beklenmemelidir.

Hele ki, Türkiye gibi, ‘paralel’ evren ve komplolardan hiç geçilmeyen bir coğrafyada, Özgül Arslan’ın içimizdeki ‘doğa’ya dönük bu ‘doğal olmayan’ farkındalık müdahalesinin barındırdığı ‘paralel’ uygarlık tenkidini akla getirdiğimizde, bu ‘ikinci’ sergi denemesinin de bize ‘kirli’ ve ‘temiz’ olanın aslen diyalektik olarak birbirinden türediğini düşündürmemesi, nihilist bir katılıkla, katıksız bir deyişle adeta imkânsızdır.

Evrim Altuğ, 2016