Yokluğu alıntılıyan resimlerde Özgül Arslan’ın ”Silik İzler”i… – Kenan Böğürcü

Yokluğu alıntılıyan resimlerde Özgül Arslan’ın ”Silik İzler”i…

İstanbul Tophane bölgesinde yer alan galeri,inisiyatif,müze ve diğer sanat kurumlarının bilgilerini sanat izleyicisine ulaştırmayı hedefleyen iki aylık bir lokal sanat haritası olan Tophane Art Walk kapsamında,Daire Sanat Galerisi,”Silik İzler” sergisinde sanatçı Özgül Arslan,resimde renk ekleme eylemini tersine çeviriyor.Boyamak yerine domestik bir aksiyon olarak atfedilen “silme” eylemini, boya yerine yine temizlemede ve hijyen sağlamada kullanılan ağartıcıyı kullanıyor. Geçmişe referans veren “pamuklu kadife” kumaş üzerine çalıştığı resimlerinde, ışığın siliciliğinden yararlanarak, iç mekana sızan ‘davetsiz misafir’i, ışığı, silinen olarak belirliyor.

Sergide kadının sosyal hayattaki rolü ve cinsel kimliğine atfedilen sorumlulukları irdelenirken mutfak ve çamaşır işlerinde kullanılan kimyasalların kokusu sinmiş resimleri izlemek duyusal olarak ta bir hazır oluşu temin edeceği için kayda değer bir direniş göstermeden aynileşmeyi gerçekleştirebilirsiniz. Zaman zaman hepimize olur;çevremizdeki yaşam belirtilerini algılayabilecek tüm duyularımızı yitirir,yalnızlığımızla yalıtılmış evlerimizde kendimizi kaderine terkedilmiş, unutulmuş, dünyayla tüm bağları kopmuş hissederiz. Resimler dış dünyanın azabından sığınılan bir tür Agorafobi sanki. Baktıkça daha da uzuyor gibi gelen koridor, perdenin altından dış dünyaya ürkek bir bakışı hissetiren kadraj. ”Ama diyelim ki korkulara kapılmışsınız da sevgiden salt huzur ve zevk bekliyorsunuz. O zaman bir an önce çıplaklığınızı örtün ve sevginin zorlu düzeninden uzaklaşıp, mevsimleri olmayan bir dünyaya sığının daha iyidir. Çünkü orada güler ve ağlayabilirsiniz, ama ne gülüşünüz tam olur, ne de ağlarken gözyaşlarınız. (1)

”Asırların tecrübesi ispat etmiştir ki kadın bilaistisna hakikaten sanata ve ilmi mesaiye karşı kabiliyetli değildir.Buna rağmen bugün bize tabip kadın,siyasi kadın kabul ettirmeğe gayret ediyorlar…Dünyada kadının birbirinden farklı ve aynı suretle latif iki rolü vardır:Annelik ve aşk…”(2) sözleri bize çok tanıdık geliyor.Asırlar boyu kadına biçilen rollerin günümüzde de pek fazla değişmediğini görüyoruz.Kadınların toplumsal hayatın safhalarından silinme gayretleri yaklaşık iki asırdan beri dünyanın pek çok ülkesinde mevzi kazandıran direniş hareketleri ile karşılaşmıştı.Avrupa insanının feodal anonimlikten,kapitalizm bireyine yöneldiği 17.yüzyıl Batı’sında kadının ruhu olup olmadığını tartışan dinsel klerikalizme karşı kadının da insan olduğu,erkekle eşit imkanlara kavuşturulduğu anda erkeğe denk bir zihinsel kapasite ve giderek toplumsal etkinlik gösterebileceği savının ifadelendirilişi olarak nitelenen Feminizm bunlardan sadece biri ve en bilineni.Ancak mevcut kültür ve uygarlığı erkekler tarafından kurulmuş ,erkekler lehine olduğu gerekçesiyle reddetmesinin rasyonel bir tarafı olmadığı gerekçesiyle feminizm şiddetli eleştirelere maruz kalmıştı.Buna göre önemli olan kadınların,insanlığın çıkarlarıyla uyumlu bir uygarlığın yaratılması sürecine nasıl katılabileceğinin düşünülmesidir.İçsel özgürleşmeyi sağlarken,diğer insanlarla dayanışma yönünün;iktisadi,siyasal ve toplumsal dönüşümlerin de vurgulanması gerekiyor.Bu olmadığı zaman kurtulmuş kadını yaratabiliyorsunuz ama,tek başına kurtulmuş olamıyor.(3)

Toplumsal aşamalardan tecrit edilmiş yalnız bir kadını algıladığımız resimlerde,figürü kuşatan geniş kasvetli karanlığa karşı Rafaellomsu uzun bir boyuna sahip kadının dik duruşu,bu tecrite ram olmayışın ifadesi,bilinen tüm kadın hareketlerine sembolik bir atıf sanki.Bir çıkar yol arar gibi etrafına bakınan figürün karanlığı yırtan yüzünün her ayrıntısında mücadele azmini hissedebiliyoruz.Caravaggio ve ardından Artemısıa Gentıleschı’nin güçlü kadınların zaferini anlattığı ”Holofernes’in Başını Kesen Judith”tablosunda da karanlığı parçalayan kadın resimleri görmüştüm.Tablo erkeklerden alınmış simgesel bir öcü simgeler.Arslan’da resimlerinde kadını,tüm zayıflığı ve çaresizliğine rağmen boyun eğdirmeyerek adeta simgesel bir öc alıyor .

Resimler bize belki de serginin birincil amacını,yani yaşamını başkalarının (eşinin,çocuklarının,arabulucu ilişkilerde üçüncü tarafların v.s.)mutluluğuna odaklayarak kendi mutluluğundan tavizler veren kadını ne kadar tanıyoruz sorusunu sorduruyor.Pek çoğumuz için o hala Willendorf Venüsü’nde olduğu gibi insanoğlunun yeryüzündeki varlığının primitif aşamalarında hayatını ve soyunu sürdürme tarzına uygun olarak rahim-toprak-gıda bereketinden sorumlu tuttuğu bir Büyük Ana.Fakat o günlerden bugüne kutsal konumundan çok şey yitirmiş gibi.Yirmi yılı aşkın bir evlilik tecrübesinin kazanımlarıyla ifade ediyorum ki zincirleme bir reaksiyonla kadına sosyal hayatta biçilecek rollerin tamamının itici gücü,bizlerin bir kere söylemekle ömür boyu yeteceğini zannettiğimiz ama onların duymaktan asla bıkmayacakları bir çift sözcüğe,bir demet güle sığacak kadar basit olabilir.Çünkü ”Bütün mutluluklar tembeldir.Onları harekete geçirmek ve dinamik hale getirmek insanların vazifesidir.”(4)

Kenan Böğürcü-14.02.2012

***
1-Halil Cibran’dan alıntı
2-Guy De Maupassant’ın Abbe Prevo’nun ”Manon Lesko” eserine yazdığı önsözden
3-Sibel Özbudun,8 Mart’tan 8 Mart’ta mı?,Diyalektik Yayınları,istanbul 1995,s.240
4-Raif Necdet Kestelli’den alıntı