Boğaziçi’nde “Çağdaş Sanat” Röportaj Dizisi, 2010 – Sevcan Işık Onar & Özgül Arslan
Boğaziçi’nde “Çağdaş Sanat” Röportaj Dizisi, 2010
Sevcan Işık Onar & Özgül Arslan
Özgül Arslan’la röportaj yapmak istememin en önemli nedeni, 2010 yılında “Çocuklar İçin Çağdaş Sanat” isimli serginin küratörlüğünü yapması. Bu serginin teması ilgimi çektiği için bu fikrin sahibiyle tanışmak, çalışmaları ve sanata bakış açısı hakkında daha derin bilgi edinmek istedim. Özgül Arslan, Marmara Üniversitesi Resim Bölümü mezunu. Evli ve bir kız çocuğu sahibi. Şu anda bir yandan gelecek sergiler üzerinde çalışırken, bir yandan da Kadıköy’de sanata hazırlık dersleri veriyor. “Özgül Arslan’ın en öne çıkan özelliği nedir?” diye sorarsanız, onun bir sanatçı olarak titizliğini söyleyebilirim. Sanatsal bakış açısının ona verdiği özgür düşünceyle, eserlerine ve sergilerine gösterdiği özeni öyle güzel sentezliyor ki; eserlerinin yerine ulaştığından emin olana kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünüyor.
Sevcan Işık Onar: Bir sanatçı olduğunuzu ilk olarak ne zaman farkettiniz?
Özgül Arslan: Zor bir soru… Resim okumaya ve ressam olmaya ilkokul beşinci sınıfta karar verdim. Dördüncü sınıfta mimar olmak istiyordum. Daha sonra ortaokul ve lise yıllarım hep resimle geçti. Hatta lisede İbrahim Çiftçioğlu’ydu hocam. Maltepeli ressamlarla tanıştım, onlarla çalıştım. Daha sonra Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’ne girdim.Oraya girdikten sonra bakış açım değişti tabii. Orada çağdaş sanatla tanıştım, ondan önce çok fazla bilgi sahibi değildim. Profesör Kadri Özayten’le beraber onun atölyesinde çalışmaya başlayınca işler değişti. Farklı bir sanat anlayışı kafamda belirmeye başladı. Sadece resimle kalmamam gerektiğini anladım. Ondan sonra, 1997’de Animas Zindanları sergisini yaptık. Aslında ilk o dönemde profesyonel bir bakış açısı yakaladım. Sanatçı olduğumu farketmek ise tamamen içgüdüseldi. Hayata bakış açının yönlendirmesiyle sanatla uğraşman gerektiğini anlıyorsun. Bu yaşarken nefes alabileceğin bir yol gibi görünüyor. O açıdan benim için sanatın başka bir tarafı var. Belki kendimi gerçekten sanatçı olarak hissetmem, sergiler yapmaya başladığımda oldu. Ondan önce olmuyor. Çünkü üretmek işin yarısı, diğer yarısı onu segilediğin zaman gerçekleşiyor. O zaman yaptığınız şey sanat olmaya başlıyor.
Sevcan Işık Onar: Yani sizce sanat, insan için midir?
Özgül Arslan: Hayır, bence sanat sanat için; insan için değil. Ama, evet, bir yandan da benim için gerekli bir şey. Tüm insanlık için gerekli olduğunu düşünsem de, sonuçta bireysel olarak insanlar tercih etmeyebiliyor. Bunun yanında, sonuçta yaptığımız sanat okunması o kadar kolay bir sanat değil. Bilgi gerektiriyor, bu sanatla ilgilenenler bizim işlerimizle ilgileniyor. O yüzden sanat insan için dersek çok geniş almış oluruz ve yanlış olabilir. Sanatı insan için icra etmek tehlikeli bir yol, çünkü herkesin anlamasını sağlamaya çalışırsan, asıl yapmak istediğinden taviz vermeye başlarsın.
Sevcan Işık Onar: Sanatın hayatınız üzerinde mutlaka bazı etkileri olmuştur. Bunlardan kısaca bahseder misiniz?
Özgül Arslan Tosunoğlu: Bana şöyle bir etkisi oldu. Sanat eğitimi aldıktan sonra dünyaya bakışım çok değişti. Araştırdığım ve üstünde düşündüğüm konular, gittikçe genişledi ve çeşitlendi. Çünkü yaptığınız her üretim, her eser, başka bir konuyla ilintili oluyor. Bazen sosyolojiye girmeniz gerekiyor. Bazen felsefeye girmeniz gerekiyor. Bazen gündelik hayattan gözlemlerinizi rasyonel bir zemine oturtmanız gerekiyor. O noktadan sonra kendinizi yetiştiriyorsunuz, o konularda okumalar yapıyorsunuz. Bu da sizin çok yönlü olmanızı sağlıyor. Sanat, entellektüelleşme yolunda ilerlememi sağladı. Onun dışında, yaşadığım ülkeyi, dünyayı daha açık gözlerle görmemi sağladı. İnsanlara karşı empati kurmamı sağladı. Aslında sanat insanı güzelleştiriyor galiba, ben kendimde bunu hissediyorum sanatla uğraştıkça, daha güzel bir insan olmaya başlıyorum.
Sevcan Işık Onar: Sanatla uğraştıkça daha mutlu bir insan oluyorsunuz diyebilir miyiz?
Özgül Arslan: Hayır, o üretim süreci çok sancılı bir süreç aslında. Mutluluk, çok söz konusu olmuyor. Sonrasında, işinizi yapıp bitirdikten sonra, ilk izleyici olmak mutluluk verici. Çünkü ürettiğinizi ilk izleyen siz oluyorsunuz. En keyifli tarafı bu.
Sevcan Işık Onar: Üniversiteden mezun olduktan sonra Mehmet Gün’e asistanlık yapmaya başladınız. Daha sonraki çalışmalarınızda Mehmet Gün’den esinlendiğiniz oldu mu? Eğer olduysa ne yönde ve hangi çalışmalarınızda esinlendiniz?
Özgül Arslan Tosunoğlu: Esinlenme çok fazla olmadı. Onun Yapı Kredi’de bir sergisi olacaktı, o böyle bir teklifle geldi. Oradaki projelendirmede, ben ona çalışmalarını galeriye yerleştirebileceği profesyonel bir ortam oluşturdum. Soundla, elektronik müzikle ilgili Mehmet Gün’ün çalışmaları vardı. O konuda bana faydası oldu diyebilirim. Direkt olarak kullanamadım, çünkü Türkiye’de bu tür eserler üretmek çok masraflı bir şey, ya da yaptıktan sonra sergilemek de problem. Çok fazla sergileyebilecek alan bulamıyorsunuz. Bir televizyon bulmak bile çok zor olabiliyor. Bu yüzden soundla ilgili çok fazla bir şey yapamadım. Sadece bazı videoların içinde yerleştirdim. Ama Artalan Projesi’nde soundun bana katkısı oldu. Bu projede sesle çalışan sanatçılara da yer verdim.
Sevcan Işık Onar: Çalışmalarınızın resimden daha çok, fotoğraf ve enstalasyon gibi teknolojiden faydalanan, yeni sanat dallarında yoğunlaşmasının sebebi nedir?
Özgül Arslan: Bulunduğumuz dönemden kaynaklanıyor sanırım. Bunun yanında, ben hep yeni bir arayış içinde oldum. Yeni sanat dallarını, klasik sanat dallarına tercih etmemin sebebi bu. Zaten, değişen şartlar doğrultusunda düşündüğünüz proje o yönde çıkmaya başlıyor. Enstalasyon konusuna gelince, ben mekanla hep ilgiliydim. Enstalasyon, sergide açılışı yapmaktan çok daha öte bir şey benim için. Sanatçının izleyiciyle ilk buluştuğu o günün gizemini çok önemsiyorum. Sergideki eserleri farklı bir şekilde sunmak istediğim için, eserlerin mekana yerleşimi, dağılımı benim için önemli. Bunda, belki bir dönem dekorasyon işleriyle uğraşmış olmamın etkisi olabilir. Zaten, benimsediğim sanat dalları içinde enstalasyon oldukça farklıydı ve ben bunu çözümlemeyi istiyordum. O yüzden de bu yönde eserler yaptım. Eser, mekanla bütünleştiğinde yapıt o sergiye, o alana ait olmuş oluyor. Onu oradan kaldırıp başka bir yere götürdüğünüzde ise tamamen başka bir yapıt haline dönüşüyor. Daha önce dediğim gibi, işin yarısı sergileme biçimi. Sanırım, enstalasyon yaptığımda bunu tamamlamış hissediyorum. Bunun yanında, benim düşündüğüm, metinleştirdiğim kavramlar benim biçimimi şekillendiriyor. Genelde dayatmacı bir şekilde, “Bu eser bu şekilde sergilenmeli.” fikri oluşuyor. Ben de o yüzden enstalasyona bu kadar önem veriyorum. Sergiyi yapmadan önce, mekanı muhakkak görüyorum, planlarını inceliyorum. “Eserleri nasıl yerleştirirsem en doğru olur.” üzerine kafa yoruyorum. Çalışma şeklim hep böyle oldu.
Sevcan Işık Onar: 1997’de, üniversite yıllarınızda atel, toprak ve blacklight florasan kullanarak yaptığınız bir enstalasyon çalışmanız var. Topraktan ve taşlardan çıkan ve florasana sarılan eller görüyoruz. Bu çalışmanızdan biraz bahseder misiniz?
Özgül Arslan: Animas Zindanları. Bu çalışmayı, üniversite üçüncü sınıftayken bir arkadaşımla birlikte organize ettik. Burası, hükümdarların kaldığı bir zindan. Bu işi yaparken yine, Animas Zindanları’nın tarihçesini ve mimarisini inceledim. Gördüm ki, bizim sergi alanı olarak düşündüğümüz yer, önceki haliyle karakol alanıymış. Yani, ilk karşılama alanıymış ve o gördüğünüz ellerin çıktığı yerlerin tam altı asıl zindanlarmış. Foko’nun bir sözü vardır: Mahkumların ilk görevi kaçmaktır. Taşları ve toprağı delecek kadar güçlü bir “oradan kaçmak” düşüncesi var. Biz orada çalışırken gelip giden, ya da beraber çalıştığımız arkadaşlarımızın ellerinden çıkarttığım kalıpları kullandım. Bir mezar görüntüsü oluşturması içinde zindanın çevresinden topladığım ufalanmış toprağı kullandım. Çünkü aslında oraya hapsedilmek diri diri mezara gömülmek gibi. Florasan, orada sahte aydınlığı temsil ediyor aslında. Sinekler de florasanın üzerine hızlı bir şekilde uçmaya çalışırlar o aydınlığa, ama yapışıp kalırlar. Oradaki hayat böyle çünkü, aydınlıklar da yapmacık, o yapmacık aydınlığa ulaşsanız da yapışıp kalıyorsunuz aslında. Orada hiçbir şekilde hayat yok. Çıkışınız söz konusu değil, sadece bir umutla yaşıyorsunuz. Florasan, orada gerçekleşmeyecek bir umudu temsil ediyordu. Ona ulaşsalar bile yapışıp kalacaklardı, çünkü gerçek günışığı değildi o.
Sevcan Işık Onar: Bu çalışmanızın isimsiz olmasının bir anlamı var mı?
Özgül Arslan: İsim koymak istemedim. Bazen işlerim ismini direkt çıkarır ve o ismin izleyiciyi yönlendirici bir tavrı vardır. O zaman isimlendiriyorum işimi. Yoksa zorlamıyorum.
Sevcan Işık Onar: 1998’deki çalışmalarınızın hepsinde oto sprey boya kullandığınızı görüyoruz. Neden bu boyayı tercih ettiniz?
Özgül Arslan: O dönemde ben sanayi devrimi ve teknolojinin ilerlemesiyle ilgileniyordum. Mesela Anemas Zindanları’nın metinlerini daktiloyla yazmıştım. İşlerimizin fotoğraflarını fotoğraf makinesi olan arkadaşlardan rica ediyorduk, onlar çekiyordu. Bilgisayar ise sadece büyük iş yerlerinde vardı. Teknolojide çok hızlı bir ilerleme söz konusuydu. Ama bir yandan da çok ciddi bir yabancılaşma da söz konusuydu. Ben aynı zamanda o dönemdeki araştırmalarım sırasında Landart, Arte Povera gibi çalışmalar görmeye başladım. Tabii onlardan da etkilendim. Örneğin oto sprey boyayla boyadığım taşların hepsi doğadan topladığım taşlardı ve ben onları oto sprey boyayla boyayarak yabancılaştırdım. Böylece, onlar artık doğal bir materyal olmaktan çıkıp, sanayi atığı haline geldiler. O dönemde yaptığım bütün işlerde de o yabancılaşmayı dile getirmek istedim. O dönem Isaac Asimov’un metinlerini de okuduğumda “Doğanın kirletilmesi ne zamana kadar böyle devam edecek?”endişesini gördüm. Bu çalışmalaar, aslında Landart’la kendi çalışmalarımın karışımı oldu. Aynı zamanda bunları fabrikasyon mantığıyla, raf aralıkları aynı eşitlikte, işler otomasyon bir şekilde yerleştirilmiş şekilde sergiledik. Çünkü otomasyon da tamamen teknolojinin getirdiği bir kavramdır.
Sevcan Işık Onar: İşleyeceğiniz konulara ve onları sergileyeceğiniz mekanlara nasıl karar veriyorsunuz?
Özgül Arslan: Okumalar yapıyorum ve hepsi birbirlerine zincirleme bağlı gidiyor, üst üste geliştikçe ortaya işlemek istediğim bir konu çıkıyor. Bazen küratör belli bir konseptin işleneceği bir sergi teklifiyle geliyor. O konuyla ilgili daha önce yapmış olduğum konsepte uygun bir işim varsa, mekanı inceleyip, nasıl yerleştireceğime karar verip sergiliyorum. Mesela “Silencia” böyle bir çalışma. Bazen de mekan üstünden gidiyorum. Örneğin, “Artalan” projesinde hep mekan üzerinden gittim. Bazen mekan çok cezbedici oluyor, bazen de projeye göre mekan bulmam gerekiyor. Ama davet edildiğim sergilerde, mekanı seçme gibi bir şansım olmadığı için, işim için önemliyse mekanın içinde işimi nereye koymak istediğimi söyleyebiliyorum. O yüzden hepsinde mekanı seçme lüksüm yok. Keşke olsa. Alternatif mekanlar bulup, oralarda sergiler yapmak isterdim. Ama, Türkiye’de bu çok zor. Belediyesiyle, izniyle tek tek kendimiz uğraşmak zorunda kalıyoruz. Mekanı kullanan, mekanlara göre çalışan bir sanatçı olmayı çok istiyorum. Bununla ilgili çabalıyorum, bu da beni çok yoruyor. Bir de mekana çok özen gösterince, bir süre sonra küratör olarak anılmaya başlıyorsunuz. Ben şu ara onun stresiyle yaşıyorum, küratörlük yapıyorum ama bunu kendi projelerimi hayata geçirmek için yapıyorum. Sanatçı tavrıyla yapıyorum. Serginin metnini, konseptini oluşturuyorsunuz, işleri uyumlu bir şekilde yerleştiriyorsunuz, hiçbir çalışmanın birbirini ezmeyeceği bir şekilde onları sergilemeye çalışıyorsunuz. Bunun gibi ayrıntılara dikkat etmeniz gerekiyor. Çok geliştiği için de, kuratör kavramı ortaya çıkıyor ama bu işler çok yorucu oluyor. Keşke bunu kuratörler yapsa ve kişisel sergilerde de yapsalar.
Sevcan Işık Onar: Peki, örneğin bir fotoğrafı çekeceğiniz mekanı nasıl belirliyorsunuz?
Özgül Arslan: Çalışmalarımla ilgili iyi bir tespit yaptıysam. Mesela, “Online” işinde kullandığım mekan, eşimin o zamanlar ev arkadaşıyla beraber yaşadığı evdi. Sürekli gidip geliyordum ve o dönem “Zamansız Zaman” serisini hazırlıyordum. İnternet, bizim için çok yeniydi. Teknolojinin ilerlemesinin, internetin insanlar üzerindeki etkisinin ne olacağı üzerinden gittim. O evde internetin olmasından kaynaklı sosyolojik bir problem vardı. Bir akvaryumları var, balık ölmüştü; kuşları da bakımsızlıktan ölmüştü. Sürekli birbirleriyle ICQ’dan konuşuyorlardı. Bazen sandviç hazırlayıp bilgisayarın başında yiyorlardı. Çok uzun bir gözlemin sonunda “Online” çalışmasını yapmaya karar verdim. Evlerinde bir fotoğraf çalışması yapmak istediğimi söyledim onlara. Evdeki her şeyi toparlayıp bir kadrajın içine yerleştirdim. Aslında, düzenlemeyi kadrajın içerisinde yaptım. Bazen de, “Bana böyle bir çekim için böyle bir mekan lazım.” deyip mekan araştırması yapıyorum.
Sevcan Işık Onar: “Yuva” isimli enstalasyon çalışmanızla ilgili ayrıntılı bilgi verir misiniz? Bu çalışmanın isminin “Yuva” olmasının hikayesi nedir?
Özgül Arslan: Berlin’de bir sığınakta yapılmış bir sergi. İki kadın sanatçı bu sığınağı bir galeri haline dönüştürmüşler. Ben buradan, daha önce oto sprey boyalarla yabancılaştırdığım doğal materyalleri götürdüm. Biraz da o galerinin karşısındaki parktan topladığım ve buradan toplayıp götürdüğüm dalları o sığınağın içinde örüp, oto sprey boyayla yabancılaştırdım. O galerinin özelliği, Freusburg’da olması. Almancı dediğimiz, Almanya’ya göç etmiş Türkler’in en fazla yaşadığı şehir. Oradaki insanlar da kuş misali, buradan gidip yuvalarını orada kuruyorlar. Daha sonra, başka bir yere gittiklerinde bu sefer de başka bir yer yuvaları oluyor. O yüzden, çok fazla dal kullanarak, büyük bir yuvayı canlandırmak istedim. Oradan söküp başka bir yere taktığımda tamamen başka bir yerde yeni bir yuva kurulmuş oluyor.
Sevcan Işık Onar: “Tohum” çalışmasındaki iki resim arasında harika bir bağlantı kurmuşsunuz. Size bu resimleri yaptıran ilham kaynağı ne oldu?
Özgül Arslan: Bu çalışmada doğurganlık ve doğum üzerinden gittim. İnsan bünyesinin o küçücük çekirdeklerden oluştuğu gerçeğini kullandım. Bir atom çekirdeğinden başlayıp sadece bir insan değil, koca bir evren oluşuyor. Sonra doğanın döngüsü oluşuyor, o yüzden orada bir ay görüyoruz. Doğadan Adem ve Havva’ya geçişi canlandırmak için, yaprak imgesini kullandım. Aslında, bu çalışmayı daha teknolojik bir hale getirdim ama ona yer vermek istemedim, doğanın ve insanın özünü canlandırmak istedim ve bu çalışmanın doğal kalması gerektiğini düşündüm. O dönem, aynı zamanda benim de doğurganlaşmaya başladığım bir dönemdi, kendimden de etkilendim. Kadın kimliğimi sorgulamaya başladığım bir dönemdi. O resimleri aynı yere koyduğumda, ay, kadının arkasında da durabilirdi. Ama kesinlikle bu kadar etkili olmazdı.
Sevcan Işık Onar: “Zamansız Zaman” isimli serigraf çalışmanızda yine elleri kullandığınızı görüyoruz. Ellerin sizin için anlamı nedir?
Özgül Arslan: Dokunmak, bir nesnenin özelliklerini hissetmek için sürekli kullandığımız mekanik aletlerimiz gibi ellerimiz. Aslında duygularımızın da dışarı açılan kapısı, çünkü dokunmadan duygusal olarak hiçbir şey hissedemiyorsunuz. Çünkü bir canlıyla, bir nesneyle bağ kurmanın ilk yolu ona dokunmaktır.
Sevcan Işık Onar: “Zamansız Zaman” ın hikayesi nedir?
Özgül Arslan: O zaman, internet yeni yeni yaygınlaşıyordu. İnternet üzerinden konuşmada duyguları anlatan “smiley”ler yeni çıkmıştı. Düşünsenize, tamamen farklı bir yerde belki hiç tanımadığınız bir insanla hiçbir şekilde dokunma duyunuz olmadan biriyle iletişim kuruyorsunuz. Sadece klavyedeki tuşlara dokunarak iletişim kuruyorsunuz. Hiçbir şekilde temas duygusunun olmaması, bilinmeyenin azalması… İnternet yeni bir oyuncaktı aslında insanlar için. Böylece siz internette fantezilerinizi gerçekleştirebiliyorsunuz. Fiziğinizi bile farklı bir şekilde sunabiliyorsunuz. Ruhsal yapınızı farklı sunabilirsiniz. İletişim böylece çok daha kolaylaşıyor. Hiç kimse kimseyle dialog kurarken, söyleyeceklerinin ona zarar verip vermeyeceğini düşünmek zorunda kalmıyor. İnsanlar, ilk tanışmada kimseyle paylaşmayacağı şeyleri, internette yazıştıkları insanlarla paylaşıyorlardı. Sabahlara kadar tanımadıkları insanlarla, çok özel şeyleri paylaşabiliyorlardı. İnternetteyken zamanı gerçek anlamda unutuyorsunuz. Ama, bir yandan da normalde çok zaman alacak bir işi çok kısa bir sürede yapabiliyorsunuz. Yani hem zamansızlık, hem zaman kazanımı, hem de ciddi bir zaman kaybı var. Böyle birbirine geçmiş bir zaman kavramı var. O yüzden bu çalışma, “Zamansız Zaman ” ismini de kendisi çıkardı.
Sevcan Işık Onar: “Hatırla” isimli serigraf çalışmanızda resimler ilerledikçe gelişen bir balık iskeleti ve en sonda da bir ölü balık görüyoruz. Bunu yaparken düşünceleriniz nelerdi?
Özgül Arslan: “İnsan Hakları 2000” sergisi için, insan hakları konusu üzerinden gittiğim bir işti. Arkada sürekli “balık” yazısını kullandım. Çünkü bizde hep bir balık hafızası var. Türkiye’deki siyaset tamamen tekerrürden ibaret. Bir yıl önce başbakan tarafından bile söylenmiş bir sözü unutuyoruz. Durumları tamamen o ana göre değerlendiriyoruz. Bu, bana balık hafızası kavramını çağrıştırıyor. Geçmişi kesinlikle referans almıyoruz. Sürekli unutup yeni bir bellek edinmemiz söz konusu. O anda kim daha güçlüyse, onun dedikleri oluyor. Bunun yanında kişisel diyaloglarımızda bile bir “Büyük balık, küçük balığı yer.” anlayışı hakim. O anda baskın olan karakterin sözü dinleniyor. Bu çalışmamda kalp ritimlerini de kullandım, çünkü kalbimizin hızlı attığı bir an olabiliyor ama ardından tekrar bunu unutup sakinleşiyoruz. Yani hayatımız sürekli unutarak geçiyor. Ben, bu sergiye yoksul insanların hayatından bir kesit alıp, bununla katılmak istemedim. Yoksul hayatları kullanarak ajitasyon yapmak istemiyordum, bunun yapılmasından da hiç hoşlanmıyordum. Sadece onların durumunu kullanarak, bunun üzerinden sanat yapmak hoş bir şey değil. O yüzden özellikle serigraf kullandım ve orada söylemek istediğimi söyledim. O balık ilaçlandı ve dört gün orada insanların gözünün önünde çürüdü, kanları aktı. İki boyutlu grafiksel bir çalışma üzerinden giderken bir anda karşınıza üç boyutlu, formu bozulmamış bir canlı çıkıyor. İşte o üç boyutlu bölüm bizim için inandırıcı olan kısım, öncesi ise bellekteki küçük kırıntılardan ibaret olan unuttuğumuz kısım.
Sevcan Işık Onar: “Online” adlı fotoğraf çalışmanızda günümüz insanını gördüm. İnsanın online olmakla duyduğu anlamsız hazzı hatırlattı. Peki, siz bu çalışmayı yaparken neler düşündünüz?
Özgül Arslan: “Nerede online?” sorusu. İnternet üzerinde iletişim kurduğunuz insan, sizi online gördüğünde monitörünüzün karşısında olduğunuzu biliyor. İnternete nereden girdiğinizin de bir anlamı kalmıyor. Yani, monitörün karşısına geçtiğinizde mekanın geri kalanı hiçbir şey ifade etmiyor. Siz de zaten, mekandan kopuyorsunuz. Her şey tozlanmış, kuşunuz ölmüş, balığınız ölmüş. Bir kadın sürekli olarak bilgisayarının başında ve giyiniyor, sonra pijamalarını giyiniyor, yemek yiyor, saatlerce orada. En sonunda kıyafetlerini sandalyede bırakıp gidiyor. Nereye gidiyor bilmiyoruz ve bu bizi ilgilendirmiyor da.
Sevcan Işık Onar: “Analoji” adlı portfolyonuzda yazılı anlatımı kullandığınızı görüyoruz. Yazılı anlatımın sizin için anlamı nedir? Sizce resim, fotoğraf gibi görsel sanatlarda yazılı anlatımı kullanmanın etkisi nedir?
Özgül Arslan: Yazılı anlatım benim için çok önemli. Aslında çağdaş sanatta çok fazla kullanılıyor. Ama, biz Türkiye’de çok fazla kullanmıyoruz. Ben ilk olarak Kosuth’un çalışmalarında yazılı anlatımın etkisini keşfettim. Ama biraz uzak durmaya çalıştım çünkü bu konuda çok daha donanımlı olmam gerektiğini düşündüm. Ama bir yandan da yazılı anlatım kullanımı beni hep cezbetti. Analoji’de yazılı anlatımı kullanmasaydım, anlatmak istediklerimi anlatmak için çok daha fazla görsel öge kullanmak zorunda kalacaktım. Bu da çok fazla zorlama bir şey olacaktı. Yani o yazıların hepsi gerekliydi. Kolaj yapıyordum, yazılı anlatım kolajın geleneksel yapısına da çok uygundu.
Sevcan Işık Onar: “Analoji” nin hikayesi nedir? Hangi teknikleri kullandınız?
Özgül Arslan: İmajları dergilerden kesip klasik kolaj yaptım. Bilgisayarla, yazılımlarla, teknolojiyle ilgili çok ciddi okumalar yapıp o sırada aldığım notlar ve kafama takılanlar üzerinden “Analoji”yi oluşturdum. O dönem bir kaygımız vardı: Geleneksel sanat anlayışı ve teknolojik ilerlemeler. Sanatçıların hangi nesneleri genellikle tercih ettiklerini, imge olarak kullandıklarını inceledim. “Analoji”de onlara da yer verdim. Aslında, eğitimde “Analoji” yakından uzağa anlatım biçimidir. Geçmiştekilerle bugünün nesneleri arasında sadece bir biçim farkı var, yine de birbirlerini çağrıştırıyorlar. Mesela e-posta kullanıyoruz ama bize mektubu çağrıştırıyor. Sadece biçimsel bir değişiklik var. Bu durumda biz teknolojiden kaçınmamalıyız, teknolojiyi kullanmalıyız. Mesela, eskinin Marilyn Monroe’su ile o günlerin Lara Croft’unu da aynı şekilde kullandım. “Analoji”nin sergisi çok güzeldi. İzleyiciyi tam olarak karşılamak istediğim gibi karşıladım. Sergide, aydınlıkta görülmesi gereken imajlar ve karanlıkta görülmesi gereken imajlar vardı. O yüzden ışıklar üç dakika açık beş dakika kapalı kalıyordu. Işıklar sönünce insanlar çok şaşırıyorlardı. Tabii kişşisel sergim olduğu için bunu rahatlıkla yapabilmiştim. İnsanlardan aldığım tepkiler, beni çok mutlu etmişti. Keyifli bir sergiydi.
Sevcan Işık Onar: “Silencia” adlı fotoğraf çalışmanızda kendi gözlerinizi ve ifadelerinizi kullandınız. Bunun nedeni nedir?
Özgül Arslan: Bir modeli kullansaydım, anlamı bambaşka olacaktı. Bir sanatçı ve bir kadın olarak kendim yapmak istedim. Bir yandan da o benim de hikayem. Benim de hayatımda bu tip kadınlar var. Annem de zamanında aile içi şiddete maruz kalmış bir kadın. Hepimizin hayatında böyle kadınlar var. Bu Türkiye’de o kadar kanıksanmış ki, artık kimse bundan bahsetmek gereğini duymuyor. Şiddet, sadece fiziksel anlamda değil; bir söz, bir hakaret bile şiddettir bana göre. Ama insanlara bahsettiğinizde sadece o uç nokta geliyor: öldüresiye dövmek. Bir de aile içinde olan biteni dışarıdaki insanlardan hep saklamak gerektiğini düşünüyoruz. Orası bir evin bir odasıydı. Bir evin içindeki meseleydi. Kapıdaki portre de benim portremdi. Çünkü, normalde biz hep erkek aile büyüklerinin portrelerini yukarıya asarız. Bunun yanında, entellektüel kadınların şiddet gören kadınlara ulaşamamasını eleştirmek istedim. O kadar üst düzeyde, öyle yüksek bir sanat sanat anlayışıyla eleştiriyoruz ki bu durumu onlara hitap edemiyoruz. O yüzden de kendi fotoğraflarımı kullandım.
Sevcan Işık Onar: Silencia, kadının adı. Sessizlik, “kadının sessizliği”. “Bu sessizlikten kurtulmanın bedelini cinsiyet dönüşümüyle öder.” demişsiniz Silencia’nın konseptini anlattığınız yazınızda. Bu sözler iç dünyanızın hangi yönlerini yansıtıyor?
Özgül Arslan Tosunoğlu: Aslında şiddet gören kadınlar, hallerinden memnun. Kendilerine yapılan haksızlıkların haksızlık olduğundan haberdar değiller. Daha güzel bir yaşam sürebileceklerini bilmiyorlar. Bu sessizlik, bilgisizlikten kaynaklanan bir sessizlik. Bir yandan da biz entellektüel kadınlarda da kadın kimliğimizi bastırma gibi bir durum. Silencia çok güzel bir kadın ismi gibi. Silencius da güçlü kadını çağrıştırıyor ama onda da bir erkekleşme var. 1980’lerde feminist hareketler söz konusu oldu ve o dönemde entellektüel kadınların giyimi erkeksi hatlar üzerindendi. Ceketler, kıravatlar ama altta tayt var, mini etek var. Çünkü masanın başına oturduğunuzda sizin kadın tarafınız masanın altında kalmalı. Sözünüzü dinletebilmek için kadınsı tarafınızı bir kenara atmanız gerekiyor. Ne zaman bir kadın, kadın kimliğiyle bir yönetici olabilirse o zaman biz başarmışız demektir. Biz daha başaramadık.
Sevcan Işık Onar: “Siyah-Beyaz”da yine yazılı anlatımı kullandığınızı görüyoruz. Bu çalışmadaki kelimelerle bize neler anlatmak istediniz?
Özgül Arslan: O kelimeleri birleştirince bu işin konsept metni oluşuyor. Andy Warhol’un “Bir gün gelecek hepimiz 15 dakikalığına ünlenecek” söylemi ve hepimizin bir anda meşhur olabileceğimiz gerçeği. Özellikle reklam sektöründe, kadın imgesi cinsel ögeleri çağrıştırmak amacıyla kullanılıyor. Biz kadın kimliğimizi mümkün olduğunca törpülemeye çalışırken, kadın bedeni üzerinden çok ciddi bir satış söz konusu. Kadın bedeni fütursuzca satılıyor. Bu da bir fuhuş bence, çünkü kadın bedeni çok hoyratça kullanılıyor. Dantellerin kadını süsleyici bir faktörü de var bizde. Bir şekilde teni örtüyor bir yandan da kadın kimliğimizi yansıtıyor. Biz yine de hep arka planda kalıyoruz. Sadece bedenin orada bir anlamı var, bedenin sahibinin kim olduğunun bir önemi yok.
Sevcan Işık Onar: İzleyiciye “Bir nesnenin sıradan veya sıradışı olması sunumuna bağlıdır.” fikrini vermek için danteli kullanmışsınız. Neden danteli seçtiniz?
Özgül Arslan Tosunoğlu: Yastayken de dantel kullanılabiliyor, çok özel günlerde de kullanılabiliyor. Siz onu çok sevimli de kılabilirsiniz, seksi de kılabilirsiniz. Şiddet ögesi de oluşturabilir, duygusal tarafınızı da yansıtabilir. Dantelin beden üzerinde öyle bir özelliği var, bir yandan bedeni örterken bir yandan da gösteriyor. Transparan bir etkisi var.
Sevcan Işık Onar: “Her ses bir hikayedir. Bu hikayelerin canlandırması yapılır görselle. Görsel destekleyicidir, ses ve yazıyı tasvir eder.” diyorsunuz Röntgenci’nin konseptini anlattığınız yazıda. Sizin sanatınız çoğunlukla görsel. Bu sözler sanatınızla çelişmiyor mu?
Özgül Arslan: Ben, görsel sanatlarla uğraşıyorum ama aslında disiplinlerarası bir sanatı benimsemiş durumdayım. Yani benim için ses entalasyonuyla yapılmış bir iş de, bir fotoğrafla ya da bir resimle yapılmış bir iş de aynı değerde. İkisinin de bir anlatımı vardır ve açıkçası ben onunla ilgilenirim. Bunun için görsel olarak etkileyecek imajın olması gerekmiyor. O işte sürekli hareket eden ışıkların yansımalarını görüyorsunuz ve orada bir film oynuyor sanıyorsunuz. Ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyorsunuz. “Biri gidiyor, bir yerden karga sesleri geliyor. Müzik sesi geliyor, arabaya bindi şimdi.” gibi tahminler yaparak gözünüzde sürekli bir şeyler canlandırmaya çalışıyorsunuz. Ses size bir senaryo oluşturuyor, bu sizin filminiz. Bir filme gittiğinizde yönetmen size sırası belirlenmiş montajlanmış bir film sunuyor. Ama siz o görüntülerin yerlerini değiştirerek yeni bir film oluşturursunuz. Ben, böylece izleyiciye sadece sesleri dinleyerek kendi senaryosunu oluşturma fırsatı sunuyorum. O yüzden röntgenci bir tavır, çünkü biz de etrafımızda tam göremediğimiz görüntülerin seslerini dinleyerek onlara senaryolar oluştururuz.
Sevcan Işık Onar: Çocuklar İçin Çağdaş Sanat sergisinde sergilediğiniz “Ortada” adlı bir video enstalasyon çalışmanız var. Bu çalışmanızla ilgili ayrıntılı bilgi verir misiniz?
Özgül Arslan: Orada üç tane senkronize video var. Çekimi beni oldukça uğraştırdı. Üçü de çocuk tiyatroları oyuncuları, özellikle kendimi kullanmadım çünkü orada ses tonuyla beden diliyle çocukları kışkırtabilecek kişilere ihtiyacım vardı. Ortada sıçan oyununda ortada biri vardır. Ona “Topu yakala!” dersiniz ama topu vermezsiniz, amaç topu vermemektir. Fakat burada şöyle bir ironi var, bir oyuncu topu elinde tutarken diğer iki oyuncu da ajitasyon yapıyor “Hadi topu bana ver, küserim ama.” şeklinde. Çocuk bu seslerle beraber o sanal gerçeklik kavramını unutarak, saatlerce onlardan topu almaya çalışıyor. Top yukarıdan geçiyor gibi hissediyorlar. Orada prizmanın içinde de toplar var, ama çocuklar onları almaya çalışmadı. Çünkü diğer tarafta davet ve kışkırtma vardı. Çocuk zihninin sanal gerçeklik algısı bizimkinden çok farklı. Sanal gerçekliği algılamıyorlar aslında. Çocuk algısı üzerinden gidelim istedim, aynı zamnda oynasınlar da istedim. Tahmin ettiğim gibi oyunu katıldılar da. Böylece eserim yerine ulaşmış oldu.
Sevcan Işık Onar: Çocuklar İçin Çağdaş Sanat Sergisi’nin küratörlüğünü yapıyorsunuz. Fikir gerçekten çok dahiyane. Bu fikir nereden aklınıza geldi?
Özgül Arslan: Sergilerin amacı hep sanatı yaygınlaştırmaya çalışmak. Ama biz bunun için çok geç kalıyoruz. Çok geç yaşlarda sanat eğitimi alıyoruz. Birçok kişi bir yaştan sonra sanata gereksinim duymamaya başlıyor. Oysa insanlar, çocukluk döneminde sanat eserleriyle bağ kurmaya başlasalar, kendilerini sanat alanında çok daha fazla geliştirebilecekler. “Geleceğin sanat izleyicisini bugünden hazırlamak” fikrinden yola çıkarak oluşturulmuş bir proje. Sanat eğitiminde geç kalınmasına aslında biz sanatçılar neden oluyoruz, çünkü sergileme biçimimiz bile yetişkinlerin boy hizasına göre. Mesela ben kızımı, yaşına uygun olabilecek sergilere götürüyorum ama kucağımda taşımak zorunda kalıyorum. Çocukken yaptığınız resimleriniz bile yetişkinlerin boy hizasına göre sergileniyor. Bu, klasik sergileme biçimlerimizi de sorgulattırdı bana. Ben profesyonel sanatçıların çocuklar için sanat eseri üretmesini istedim, böylece çocukların orijinal sanat eserlerinin iyi örneklerini göreceklerdi. Eserlerin pedagojik açıdan çocuklara uygun olması gerekiyordu. O yüzden de anne, baba veya eğitimci olan sanatçıların katılmasını istedim. İstanbul 2010 Kültür Başkenti kapsamında taşınabilir sanatın içine girdi. O projeye dahil edilmesi 12.000’in üzerinde çocuğun sergiyi görmesini sağladı. Hiç sanatın gitmediği yerlerde yaşayan insanlara götürmüş olduk. Sadece çocuklara değil, bazı ebeveynlere de tamamen yeni bir şey sunmuş olduk. Bu açıdan çok iyi oldu.
Sevcan Işık Onar: Çalışmalarınızda arka planları kurarken nelere dikkat ediyorsunuz?
Özgül Arslan: O konuda çok titizim. İşimi oluşturmadan önce, günlerce ne yapacağımı belirlerim. Yazarım, çizerim, metinleri oluştururum. Hangi rengi kullanmalıyım? Neden o rengi kullanmalıyım? Önce kendime bunu kabul ettiririm. Teknik çizimlerine kadar yaparım. “Ortada”da topun renginden oyuncuların ne giymesi gerektiğine kadar her şey belliydi. Ben o aklımdaki görüntüyü görene kadar bırakmıyorum.
Sevcan Işık Onar: Çok beğendiğiniz ve çalışmalarınızda sanatından esinlendiğiniz sanatçılar kimler?
Özgül Arslan Tosunoğlu: Frida Kahlo’yu çok beğeniyorum, bu kadar özgürce kendi iç dünyasını anlatmasına imreniyorum. Bende yeni bir boyut oluşturmaya başladı. Beuys’un kendi hayatından alıntılar yapabilmesine, Kosuth’un zekasını kullanarak yaptığı işlere hayranım. Christo’nun mekan kullanımına imreniyorum. Şu aralar, ben de kendi hayatımı, çalışan bir anne olmamı sorguluyorum. Sanırım bundan sonraki yapacağım işlerde duygusal yanlarımı ben de yansıtacağım.
Sevcan Işık Onar: Sizi en çok tatmin eden çalışmanız hangisi?
Özgül Arslan: Çok zor bir soru. Her işi yaptıktan sonra, her sergiden sonra kendimi sorguluyorum. Şu anda iki ayrı seri üzerinde çalışıyorum: Çocukluluk durumuyla ilgili 2 + 1 = 3 ve Ana adlı bir seri. Ana’da etaminle içimi işliyorum resmen, ultrason görüntüsünü etaminle goblen işleme yapıyorum piksel piksel. Çok yoruluyorum, sinir yıpratıcı bir iş. Benim için annelik gibi, yeni ve meşakkatli. Yapıp sergiledikten sonra onunla serüvenim bitiyor gibi. Yani, aslında her zaman benim için en tatmin edici işim o an üzerinde çalıştığım, henüz gerçekleştiremediğim işim oluyor. Sonrasında kendime dışarıdan bir izleyici gibi bakıp eleştiriyorum. Ama bu güzel bir şey, böylece ilerliyorum.
Sevcan Işık Onar: Bir sanatçı olarak bazen kendinizi bu sanat dallarından(fotoğraf , enstalasyon, video, resim) birinden uzaklaşıp diğerine yaklaşmış hissediyor musunuz? Ya da her zaman hepsine eşit yakınlıkta mısınız?
Özgül Arslan: Resim aslında hayatımdan hiç çıkmadı. Sürekli resimle haşır neşir oldum. Çünkü bir yandan da desen öğreten birisi olduğum için sürekli çiziyorum. Ama çoğunu sergilemiyorum. 2+1 de resim olarak ahşap üzerine akrilik sergileyeceğim. Fotoğraf anlatım dili olarak çok kolay geliyor. Videoyu da sadece projemde cidden gerekliyse kullanıyorum. Enstalasyonu bütün sergilerimde her zaman kullanıyorum.
Sevcan Işık Onar: Ruh haliniz çalışmalarınızı etkiliyor mu yoksa sanatınız sizin için düşüncelerden bir kaçış mı?
Özgül Arslan: Sanat, benim için matematikte bir problem çözmek gibiydi. Tabii beni etkileyen meseleleri seçiyordum ama duygularımı katmıyordum, onu en iyi ifade etmem gereken biçim ve içerik üzerinden yapıyordum. “Tohum”, “Kadife”, “Silencia”da bir bakıma duygusal tarafım öne çıkıyordu ama yine de rasyonel bir yaklaşım söz konusuydu. Ben duygusal tarafımı dışarıya yansıtmak istemeyen bir insandım, aslında bu işime gelirdi. Ama bundan sonraki işlerimde duygularım var, duygusal tarafım çıkmaya başladı. “Ortada” işinde de öyle oldu. Sanırım bundan sonraki çalışmalarımda hayatımla ilgili, duygularımla ilgili daha fazla ayrıntıya yer vereceğim.
Sevcan Işık Onar: Bundan sonraki planlarınız nelerdir?
Özgül Arslan: Eylül’ün sonunda Antrepo’da sekiz sanatçıyla beraber oluşturduğumuz bir projeyi sergileyeceğiz. Ekim’de New York’a gideceğim, hem çalışıp hem de dilimi geliştireceğim. Oradaki sanat ortamına ve çalışmalara bakacağım. Yeni dönem çağdaş sanattaki gelişmeler nelerdir, neler yapılıyor, yeni oluşumlar varsa onları inceleyeceğim. Geldiğimde de aklıma yatan bir galeri olursa kişisel bir sergi yapmayı düşünüyorum. Ben çok hızlı çalışabilen bir sanatçı değilim, o yüzden az ama öz sergiler yapmayı tercih ediyorum. O hızda doğru hamle yapıp yapmadığımı da göremeyeceğimi düşünüyorum. Benim üretimime ve işlerime katkısı olmayacak sergilere katılmamayı düşünüyorum. Mümkün olduğunca sergilere yeni ve serginin bütünlüğüne uygun olan işlerimden koymaya çalışıyorum.
Sevcan Işık Onar: Sanatınız gerçekten izleyiciyi düşünmeye, düzen hakkında kafa yormaya sevk ediyor. Bunu başarabilmiş bir sanatçı olmanız gerçekten harika. Çok keyifli bir sohbetti. Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.