Özgül Arslan ile Kurbağalıdere ve “Estetik Müdahale” üzerine – Firdevs Kayhan & Özgül Arslan
Özgül Arslan ile Kurbağalıdere ve “Estetik Müdahale” üzerine
Gerçek ağır kokar. Koku, en etkili hatırlatıcıdır, onu belleğiniz dışında hiç bir yere kaydedemezsiniz. Artık susmakla, gizlemekle, kamufle etmekle hakikatlerden kurtulamayız.
Amerikan Hastanesi “Operation Room” Sanat Galerisi, 24 Kasım 2016-21 Ocak 2017 tarihleri arasında, sanatçı Özgül Arslan’ın “Estetik Müdahale” adlı sergisine ev sahipliği yaptı. Arslan’ın 2015 İstanbul Bienali “Tuzlu Su” kapsamında Kurbağalıdere üzerine astığı tül perdenin hikayesini ve sanat-bellek-sorumluluk ilişkilerini konuştuk.
1997’de henüz Güzel Sanatlar öğrencisiyken Anemas zindanlarında yaptığın yerleştirmeyle başlayan güncel sanat üretiminden bahsedebilir misin?
1920’lerde Dada ve 1960’lardan itibaren gelişen kavramsal sanat, fotoğraftan videoya, hazır nesneden resme uzayıp giden eğilimlerimin kökenini oluşturuyor.
Türkiye’de güncel sanat üretiminin 1980’lerin sonlarında başladığını öne sürebiliriz ve bunda 1980 darbesinin büyük rolü var. Bu dönemde Türk modernizmi ve ona bağlı pentür geleneğinin sanat alanındaki hakimiyetinin olumsuz etkileri devam etmekteydi. Galeri kapılarının genç sanatçılara kapalı olması söz konusu muhafazakarlığın etkilerinden biriydi.
Ben de 1990’ların sonunda üretimine başlamış biri olarak, bu çalışmaları yakından analiz ettim, çok sayıda medyumu bir arada kullanarak ve yeni teknikler geliştirerek projenin içeriğinin belirleyici olacağı çok disiplinli bir yapıyı benimsedim. Buna mekan seçimleri de dahil oldu. Anemas Zindanları, mekana özgü yerleştirmelerimin ilkiydi. Ardından Berlin’de, geçmişte bir sığınak olan, bizim sergi yaptığımız sırada iki Alman sanatçının galeri olarak tanımladıkları mekanda, Beral Madra küratörlüğündeki sergiye yine mekana özgü bir yerleştirmeyle dâhil oldum. İnternetin hayatımıza girmesiyle birlikte alanı nasıl tanımlayacağımıza, içerisinde nasıl konumlanacağımıza dair yaptığım çalışmalarım üniversite, banka ve ilk kişisel sergimde bir enstitünün galerisinde sergilendi. Özetle, kamusal alan-ev-modernite ilişkisini sorgulayan, kişisel ve toplumsal kodlara referanslarla bir görsel dil oluşturmak istedim.
Düşünceyi kısırlaştıran tüm sınırlamalardan bu tavırla kurtulduğumu ve kendimi üreterek özgürleştirebildiğimi düşünüyorum.
Üretiminde kimler etkili oldu?
1990’da öğrencileri olduğum Canan Beykal, İsmail Tunalı ve Kadri Özayten ile Beral Madra’nın küratörlüğünü yaptığı sergiler, sanatımın başlangıcına etki etmiştir. Yine bu dönemde, Serhat Kiraz ve Nilgün Özayten’in internetsiz bir dünyada ve 1980’ler Türkiye’sindeki sanatı kavramamda, kavramsal sanat değerlendirmelerim ve üretimimdeki katkılarını unutmamak gerek.
Özgül Arslan’ın hikâyesini, çocukluğunu merak ediyorum. Nasıl bir öğrenciydin? Üretimlerine nasıl başladın?
Hayat hikayem doğuda başladı, Alevi-Türk bir ailede. Kız çocuğu olarak doğmuş olmanızın kimileri için matem kaynağı olduğu, erkeklerin en yüksek perdeden sürekli kükrediği, kadınlarınsa tülbentler ardında sustuğu bir ortamda, çocuklarının dahi sahibi olamayan kadınların arasında büyüyen çocuklardandım. Şiddet ve sevginin iç içe olduğu, bağlılığın da sizi susmaya ve itaate teşvik ettiği…
Herkesin gizlediği inanç, kimlik sırları vardı. Çocuklarına da en iyi bildikleri şeyi, saklamayı öğrettikleri… Aile büyüklerinin, gizli bir şeyi coğrafyanın farklı dilleriyle konuştukları ya da gizlice ibadet ettikleri Anadolu’da hayat doğayla ve hayvanlarla iç içeydi. Herkes ağır şartlarda çalışırdı. Hem bereket hem de yokluk vardı. Yanlış giden şeyler vardı. Duygu Asena’nın kitabı gibi, “Kadının adı yok”tu. Mesela annelerin çocuklarını aile büyüklerinin yanında sevmesi hoş karşılanmazdı.
Neden kadınların konuşmaları, sesleri yasaktı? Neden kadınlar ve çocuklar aileleri tarafından uygulanan şiddete maruz kalıyordu? Neden herkes mutsuzdu? Devlet neden evin içinde dahi bu kadar söz sahibiydi? Neden izlediğimiz filmi, dinlediğimiz müziği dahi arkadaşlarımıza anlatamazdık? Çocukluğum bu soruları kendi kendime sormakla geçti. O yıllarda tüm bunlara cevap ararken batıyla olan mesafeyi fark ettim; oralarda “kişilik haklarından” bahsediliyordu, demokrasiden, çocuk ve kadın haklarından. Biz ayrılmıştık sanki, doğunun çocukları ve kadınları için geçerli değildi bu kavramlar. 11 yılım doğuda geçti. Bu süreçte bir darbe oldu. Tüm bunlar herkesin olduğu gibi benim de hayatımı çok değiştirdi.
İstanbul’da öğrencilikle beraber çocuk işçi olduğumda 12 yaşındaydım, yaz tatillerim hep çalışarak geçti. Okulda bir sürü çocuğun arasında“mum söndü” denilen iğrenç iftirayı duyduğum, Sünni-Alevi ayrımını öğrendiğim yıllardı. Anladım ki bazı aileler kendi inançlarını kendi çocuklarına dayatırken diğer inançlardan nefret etmeyi de öğretiyordu. Bunu öğrendiğimde yine 12 yaşındaydım. Çok zordu bu kadar ağır bir nefretle başa çıkmak. Devletin bile mezhebi vardı ve biz onlardan değildik, bunu öğrendiğimde 14 yaşındaydım.
Ortaokul yıllarım bittiğinde bir yıl çalıştım ve sonra tekrar liseye başladım. Hem çalıştım hem de okula devam ettim. Ders çalışmayı hala bilmem, iyi bir öğrenci olmayı da; öğrenmek benim için yaşarken, dinlerken, okurken, seyrederken, izlerken oluşan bir şeydi. Ağırlıklı olarak edebiyat, felsefe, sanat tarihi dersleri aldım. İyi bir okuyucuydum ve resim yapardım. Lise yıllarımda ve sonrasında tuval yapım ve yerel resim galerisinde, daha sonra da dekorasyon yapan bir mimarlık şirketinde çalıştım. Okulda öğrenmenin olanaksız olduğu çok şey öğrendim.
Aynı zamanda ressamlarla da çalıştım. Lise bitince yine bir yıl çalışıp üniversiteye gittim. Duvar resmi, duvar üzeri farklı teknikler denediğim ve cam gibi malzemelerle dekoratif işler yaptığım zamanlardı. Üniversite yıllarımı da bu şekilde çalışarak geçirdim.
Dış ya da iç mekanlara yaptığım işler sayesinde dekoratif olanın, hem içerik hem de teknik olarak neye karşılık geldiğini kavradım. Sanatın bana göre bu olmadığı netti. Üniversite yıllarımda işçi sınıfından gelenin ve bir kadının sanat yapmasının pek de kolay olmayacağının altı sık sık çiziliyordu. Kadın ayrımı sanatta da vardı. Tek özgür olduğum, düşünebildiğim yerdi oysa. Yine de şanslıydım. Birbirinden değerli insanlarla tanışmıştım. Aile içi şiddet, çocuk olarak uğradığınız tacizler, kadın olarak hiç bir değerinizin olmaması, yokluk, eğitimdeki eksiklikler, kimlik ayrımları vs. Bu coğrafyanın sorunu olan her şey benim de geçmişim…
Yani ben, Türkiye’nin yaşadığı, yaşattığı her şeyin tam da içinde büyüdüm. Yokluk ve her türlü nefret söyleminin içinde, hatta bunların bir özeti gibiydim. O yüzden ne yaşadıysam ve bana ne yaşatıldıysa onu; sanatla kurduğum dili kullanarak, aldığım kavramsal altyapıya sadık kalarak ve yaşadıklarıma belli bir mesafeden bakarak ürettim. Ama görüyorum ki tüm bunlardan fiziksel olarak da uzaklaşmak gerek.
Resim eğitimi ve pedagojik formasyon eğitimi aldığını biliyorum. Çocuklarla ilgili çalışmalarında ailenin etkisi var mı?
Maalesef Türkiye’deki sanat eğitiminin erken yaşlarda verilmemiş olması ve verilenin de içerik ve ayrılan zaman bakımından yetersiz olması, ailelerin ve diğer disiplinlerdeki eğitimcilerin bakış açılarında olumsuz etkiler yaratmakta. Sanat ve sanatçı tanımlarında kafaların oldukça karışık olduğu aşikar. Gözlemlerime göre bir genelleme yapmak gerekirse, ailelerin çocuklar üzerindeki olumsuz etkisi çok büyük. Çocuklar sınırsız, çok geniş yelpazeden bakar, önyargıları yoktur, çok iyi sorgulayıcıdırlar. Ancak aileler kendilerine ait kimlik edinimlerini, referanslarını çocuklarına aktarırken yanlı ve çoğunlukla diğerlerini kötü göstererek aktarmakta. Veli çocuğuna aktarmakla yetinmez üstelik, öğretene de sınırlarını belirtir. Muhafazakar anlayış yüzünden verdiğiniz eğitim sürekli baltalanır, tabular önünüze büyük bir duvar örer. Bugün o nefretin yetiştirdiği çocukların neler yaptıklarına şahit olmaktayız.
Yaşadığın semtteki Kurbağalıdere sorununa, “Tuzlu Su” başlıklı İstanbul Bienali kapsamında dikkat çekmek üzere derenin üzerine bir perde çektin. Öncelikle perde ile kurduğun ilişkiden bahseder misin?
O dönem dere korkunç bir hal almıştı. Artık kuşlar dahi o alanı terk etmiş, bahçelerimize sığınmışlardı. Çevreciler ve çeşitli sosyal örgütler derenin durumunu görünür kılmak için eylemler yapmaktaydı. Ben de katıldım tabi. Bu süreç öncesinde de orayla ilgili düşünüyordum ve bildiğim dille, sanatla Kurbağalıdere için ne yapabilirim diye çalışmaya başladım.
Bienal’in başlığı “Tuzlu Su” idi. İstanbul’un pek çok yeri sergi alanı olarak belirlenmişti ama içinde maalesef burası yoktu. Oysa belirlenen kavramsal çerçeveye oturan ve iyileşmeye en çok ihtiyaç duyan yer burasıydı. Dere, Marmara Denizi’ne bağlandığı noktada, evsel atıklar yüzünden tıkanmıştı artık. Projenin zamanı da böylece belli olmuş oldu. Bienal ekibiyle bağlantıya geçildi ve projeyi gerçekleştirdik.
Dışarıdan temiz görünmenin nişanesi, kamusal olanla evsel olanın bileşkesi, perdeydi. Perde, maruz kalınana, evde ve kamusal alanda sessizce şahitlik edendir. İkisini birbirinden ayıran, evin içini hem gizleyen hem de ışığın geldiği tarafa göre görünür kılandır. Her iki tarafı hem birleştiren hem de ayırandır. Toplum olarak çok övündüğümüz temizliğimizin, mahremimizin göstergesidir. Köprüye yerleştirdiğim perde, iki parçadan ibaretti, dilersen ardına geçebileceğin gibiydi.
Bir şeyi perdelemek onu gözden ırak tutmak anlamına gelir; oysa senin yaptığın perdeleme, iç içe yaşadığımız ve artık varlığını dahi duyumsayamayacak kadar alıştığımız pisliğe odaklanmamıza neden oluyor ve bu tip şeylerden rahatsız olmak gibi bir sorumluluğumuz olduğunu yeniden duyumsamamıza sebep oluyor. Sizin estetik müdahalenizi görmeye gidiyor; fakat pislik kokusuyla örselenip içinde yaşadığımız çevreyle ilgili sorumluluklarımız olduğunu hatırlıyoruz. İzleyicileri estetik müdahale bahanesiyle toplumsal müdahaleye mi çağırıyorsunuz?
Kesinlikle! Köprünün üzerinden derenin üzerine doğru iki kanat halinde dikey inen ve salınan bir perde, yatayda akan bir şeyi nasıl gizlerse, tertemiz, bembeyaz salınan bir perdenin altında akan simsiyah pislik asıl o zaman görünür. Ayrıca, çevresine konumlanmış pis kokuyu gizlemeye perdenin gücü yeter mi? Gizlemek, gözden ırak etmenin yolu bu kadar basit olsaydı, eminim ki yönetimler bizlerden önce yaparlardı. Buradaki perdenin tersi bir duruşu var: görünmesini sağlamak. Bellekte, kokuyla birlikte perde, biçim olarak birleşmiştir. O pisliği görmeseniz de perde ya da koku birbirini çağıracaktır.
Gerçek ağır kokar. Koku, en etkili hatırlatıcıdır, onu belleğiniz dışında hiç bir yere kaydedemezsiniz. Ancak o kokuyu aldığınız “an”la ilgili hatırlatıcısına (ses, görüntü, anı gibi) rastladığınızda, belleğinizin onu nasıl kaydettiğini görürsünüz.
Artık susmakla, gizlemekle, kamufle etmekle hakikatlerden kurtulamayız. Bugünlerde yaşanılanlar da gösteriyor ki açık yaralarımız var, toplumun her kesimi yaralı. Birbirimizin yarasına tuz basmak yerine şifacı olmamız gereken bir zamandayız. Doğayı öldürüyor, bizden olmayanı en temel haklarından mahrum ediyoruz. Bundan hepimiz sorumluyuz.
“Modern dünya insanı çöplükleri ve dışkılarıyla iç içe yaşamaya maruz kalmıştır,” diyorsun. Bunu biraz daha açar mısın? Avrupa’da, örneğin İsviçre’de de bu böyle mi?
İsviçre’de derenin kirliliğinden haberdar olmamaları, kokusunu duymamaları derenin dünyada var olduğu gerçeğini değiştirebilir mi? Türkiye sınırlarına ait bir ormanın yok edilmesinin, İsviçreli bir çocuğun da gelecekte alacağı nefese etkisi olmayacağını söyleyebilir miyiz?
Moderniteyle meselelerini yüzyıllar önce çözmüş bir ülke örneği verdin, bizim daha çözümlememiz gereken çok süreç var. Şu an yaşanan bazı meseleler, moderniteyle geleneksel olanın arasında sıkışmış olmamızdan kaynaklanıyor. Moderniteden beslenen kapitalizm ve ekolojik sorunlar tüm dünyanın ortak sorunu. Tüketim arttıkça çöp, artık olan artacaktır. Çöp ve dışkıyı salt nesne olarak değil kavram olarak da düşünmeliyiz. Yaşam-ölüm, temiz- kirli…
Modern dünya pisliği yok etmek, görünmez kılmak yerine sizin yaptığınız gibi estetik müdahalede mi bulunuyor ya da bulunmalı? İşiniz, estetize edilmiş pislikle yaşadığımızı ya da yaşamamız gerektiğini mi söylüyor?
Estetik olarak bakarsak; “abject art”la tanımlamamız gerekir. Bembeyaz iki kanat, toplamda 8×8 metre genişliğinde ve 3.5 metre yüksekliğinde bir tül perde: saf, temiz ve masum. Altında akan (akmaya çalışan) kanalizasyon suyundan hallice bir dere suyu ve pis kokusu… Ancak iş salt bir perde yerleştirmekten ibaret değil, sürecin kendisi anlam üretiyor. İlk gün uçuşan bir tül var: “ucundaki doğa motifleriyle ahenkle dans ediyor, bir balerin gibi bembeyaz!” Dar kadrajda görünen bu ve çok estetik… Ancak kadrajı genişlettiğinizde ya da sonraki günlerde geldiğinizde parçalanmış, dışkılarla ve çöplerle kirletilmiş olanı görüyoruz.
Perde, neyin içinde yaşıyor, yaşatılıyor olduğumuzun hakikatini gözler önüne serer. Modern toplumlar ürettiği pisliğin tanımını doğru koymuş ve onu kabul aşamasını geçmiş, çözüm safhasındadır. Bizim gibi toplumlarda ise ayıp gizlenir, üstü örtülür ya da ötelenir, yok sayılır. Kabul aşamasına asla geçilmez. Toplum olarak hepimiz, suç ortaklığı yapmak zorunda kalırız. Kötü olanı görünür kılmaya çalışandan da hoşlanılmaz. Örneğin benim bu sergide yer verdiğim fotoğrafları çektiğim sırada neredeyse çoğu gazetede “derede balıkların yüzdüğü” haberi geçiyordu. Belgelediğim görsellere mi inanırsınız, yoksa estetize edilerek yaygınlaştırılmış olana mı?
Bienal kapsamında yaptığın işi, fotoğraf ve videolarla belgeleyerek bunun sergisini yaptın. Sergiden bahseder misin?
Sergiyi, sanat tarihçisi ve serginin küratörü Seda Yavuz’la birlikte hazırladık. Sergi ve paralelinde çıkarttığımız kitap için Estetik Müdahale ismine birlikte karar verdik. Bir yıl boyunca Kurbağalıdere civarında, sahada çektiğim fotoğraflarla yaptığım “Peyzaj” ve “Ölüdoğa” fotoğraf serileriyle üçlü video enstalasyonu, yeni işler olarak sergide yer almakta. Hastanenin galerisinin tercih edilmesi, çalışmaların kavramsal içeriğiyle bir bağ kurmasındandır. Operasyon Odası, temizlenmeye çalışırken kirletmenin, kirlenmekten arınmanın sorgusunu yaparken, sterilizasyon simgesi ve hastanede olmanın iyileştirme vaadi, ölüm ve yaşamın kıyısında mümkün olan bir estetik sorgulamaya ve işlerin mekanla bütüncül olmasına katkı sağlamıştır.
Kitapta, kitabın editörü Ilgın Deniz Akseloğu ile Seda Yavuz ve Evrim Altuğ’un yazılarının yanı sıra, sosyal medyada yer alan yorumlara ve fotoğraflara yer verdik. Kitaba, sergide yer alan videolara erişim için QR code koyduk. Ulaş Uğur, kitabın tasarımını serginin kavramsal çerçevesini dikkate alarak yaptı.
Biz, bataklığın kenarında filizlenmiş fidanlarız, pisliğin tam da kıyısında. Nasıl yaşarız kirlenmeden, kirletmeden? Kendini, ruhunu temiz bırakmak mümkün mü? Sergide yer alan fotoğraflar, tüm o ağır kokuya rağmen atölye yerine bir empresyonist gibi sahada, sayısız Ventolin kullanarak çektiğim manipüle edilmemiş görüntülerdir. O ağır koku hala burnumda, çalışmak hiç kolay olmadı. Kirleneni, öleni kayıt altına alırken bir yandan da kirlenmek ve yaşadığının kanıtı olarak pis de olsa nefes almak… Son yıllarda o kadar ağır kokular, gazlar yayıldı ki gökyüzüne! Hepsinin temsiliydi. Artık yeni manzara tanımımız buydu. Her şey ölüyor ya da ölümün kıyısında. Her şey o kadar hızlı unutturuluyor ya da manipüle ediliyor ki, sanatın kayıt altına alması oldukça önemlidir.
Bundan sonra yapmak istediğin projeler neler? Ve projelerini gerçekleştirebilmek için destek alabiliyor musun?
Destek oldukça az. Üretim masraflarımı karşılamaları için zor da olsa kaynak buluyorum ama yaşamsal mevzular için birçok sanatçı gibi başka işlerde çalışarak devam edebiliyoruz. Bu da asıl işimizi yarı-zamanlı yapmaya mecbur bırakmakla birlikte, üretmek istediğimiz işlerin de fonsuzluk nedeniyle rafa kaldırılmasıyla sonuçlanıyor. Proje desteği ve artist fee maalesef Türkiye’de bazı kurumlar dışında pek de işlemiyor. Sanatçı hakları ihlali çok fazla. Gördüğünüz çoğu sergide görev alan herkes emeğinin, üretiminin karşılığını ama az ama çok alır, sanatçı çoğunlukla bedava işçidir. Bu da toplumda sanatçıyı itibarsızlaştırır. O yüzdendir ki üreten sanatçı her geçen gün üretiminden biraz daha uzaklaşır. Devlet desteklemez, ayrılan fonlar neredeyse yok denecek kadar azdır. Koleksiyonerlerse sadece kendilerine sunulanlar üzerinden, kurumların desteklediği sanatçıları görmekte ve desteklemekte.
İstanbul’da başladığım, “Tekrar ve Tekrar” isimli, kamusal olanla özel olanın birbirine karıştığı, Onur yürüyüşünün yasaklandığı gün ilkini yaptığım ve Türkiye’den taşınana kadar da devam ettiğim çalışmama, burada da devam edeceğim. Evden her çıktığımda ve geri döndüğümde sıkça kullandığım yolun neredeyse tamamına hapishane duvarı gibi set çeken, kaldırımın dahi olmadığı komşu duvarına, elimde pastel boyayla boydan boya çizgi çektiğim ve zaman zaman da video kaydını aldığım bir iş. Her gün yasaklarla, bitmek bilmeyen nefretle baş etmek için sanatsal bir tepki, bir yanıyla da meditatif. Özel hayatla kamuya mal olanın sorgusunu yapmaktayım. Aidiyet, hayatta kalmak, kayıt altına almak ve süreci incelemekle ilgileniyorum.
Bunun dışında yapmak istediğim projeler var onlar için saha ve destek arayacağım. Londra’da yeniyim ve öğrenmeye çalışıyorum. Bir süre burada üreteceğim. Buradaki sanatı inceliyorum, saha araştırması yapıyorum. Kamusal alanla ilgili çalışmaları, galerileri geziyorum. Herkes gibi ben de dünya ve Türkiye’ deki siyasi ve sosyal hareketleri takip ediyorum.