“VERITAS OMNIA VINCIT” AN EXHIBITION FOR HUMAN RIGHTS WEEK / Hakikat Her Şeyin Üstesinden Gelir Bir Labirent Sergisi

vov davet“Veritas Omnia Vincit” (Hakikat Her Şeyin Üstesinden Gelir) Bir Labirent Sergisi

9-12 ARALIK 2000

Hakan Akçura, Özgül Arslan, Gülru Atak, Bedri Baykam, Handan Börüteçene, Thomas Büsch, Elif Çelebi, İpek Duben, Consuelo Eccheveria, Ahmet Elhan, Tayfun Erdoğmuş, Esra Ersen, Melih Görgün, Mehmet Güleryüz, Güven İncirlioğlu, Balkan Naci İslimyeli, Sıtkı Kösemen, Sermin Sherif, Murat Morova, Ahmet Öktem, Hakan Onur, Şeyma Reisoğlu, Emre Zeytinoğlu, Gürdal Yücel

Sergi Yapımcısı: Beral Madra

Yapım Yardımcısı: Emine Önel

Video Çekim: Uğur Kutay

Kavramsal Çerçeve:

Labyrinthos, sonsuz ve girift dehlizlerden oluşan bir yapıya verilen addır. Yunan mitosunda bu sözcük Girit kıralı Minos’un ünlü mimar Daidalos’a yaptırdığı ve içinde Minotauros’u (Minos’un insan gövdeli, boğa başlı canavarı) sakladığı yapı için kullanılır. Labyrinthos Yunanca bir sözcük değil, Anadolu dillerinden üremedir. Efsaneye göre Minaotauros’u öldürmeye giden Theseus’a Ariadne bir yumak iplik vererek onun Labyrinthos’a girdikten sonra yolunu şaşırmadan çıkmasını da sağlamıştır (Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü). Bu sözcük Türkçe’ye labirent olarak geçmiştir. Labirentin geleneksel anlamını içeren bu mitos, bütün geleneksel öykülerde olduğu gibi, iyi, yürekli, akıllı olanın ve aşkın utkusuyla biter. Başka bir deyişle, “hakikat herşeyin üstesinden gelir” dersi çıkar. Michel Foucault, 1969’da Le Nouvel Observateur’de (no. 229/1969) çıkan “Ariane s’est pendue” adlı makalesinde labirent mitolojisine yeni bir tanım getirdi.

“Eğer Deleuze’ün Difference et Repetition (Paris 1968) adlı kitabını anlatacak olsaydım, şöyle bir öykü uydururdum: Ariadne Theseus’ün labirentten çıkışını beklemekten, o yeknesak adımlarının sesini dinlemekten, bütün o silik gölgeler arasında onun yüzünü seçmeye çalışmaktan yorulmuştu. Ariadne kendini astı. Gövdesi o kimlik, bellek ve tekrar tanımak adına aşkla örülmüş ipe asılı olarak kendi çevresinde dönüp duruyordu. İp kopmuştu ve Theseus artık geri dönmeyecekti. O, dehlizler, tüneller, mahzenler, mağaralar, kavşaklar, uçurumlar, şimşekler ve gök gürültüleri arasında kaçıyor ve koşuyordu. O, odağı belirli bilinen geometrili bir labirentte dolaşmıyordu- sarp bir uçurum boyunca sürükleniyordu. Utkunun ona geriye dönüş vaad ettiği kendini deneme alanına doğru gitmiyor, güle oynaya o kimliksiz mahlûka, o hiçbir türe girmeyen insan -hayvan bireşimine, içinde yeraltı yargıcının boşa dönen zamanını ve boğanın cinsel gücünü barındıran canavara doğru yaklaşıyordu. Ve o, ona bu ejderi dünya yüzünden silmek için değil, onun kaosu içinde kendini yitirmek için yaklaşıyordu. Belki de maskeli, kılık değiştirmiş, kendini sonsuza dek yineleyen Bakkhaların tanrısı Dionysos tam da burada (Naxos’da değildi) pusuda beklemekteydi. O sağlam olduğu varsayılan ünlü ip kopmuştu; inanılmaz gibi, ama Ariadne terkedilmişti. Ve Batı düşüncesinin bütün tarihi yeniden yazılmalıydı.”

Bu öykünün sonunda, “hakikat herşeyin üstesinden gelemez” gibi bir sonuç çıkar; dahası, “hakikat” arayanın, bunu ancak “kaos”ta bulacağını varsayar.

Daha bu metni okurken bu öykülerden birisini yeğlemek ya da ikisini birden özümseyerek ikileme boyun eğmek durumundasınız.

Bu labirent, karmaşık kentsel/toplumsal/kültürel düzeni açısından dev bir labirenti andıran İstanbul’un merkezindeki bir yapının yeraltındaki katında kuruldu. Bu kentte yaşayan insanların varoluş / varkalma durumları/sorunları Theseus’un iki öyküdeki durumu / sorunu ile karşılaştırılabilir. Labirentin ortasında bir “hakikat” olduğu varsayılmaktadır. Bu “hakikat” geleneksel öyküdeki tek, eşsiz, değişmez, güvenilir bir hakikat değildir. Foucault’nun Minatauros/Dionysos eşlemesi gibi baş edilmesi çok güç, ayrı cinsten, melez, karmaşık, güvenilmez, değişken, aldatıcı, sahte, taklit “hakikatler” söz konusudur.

Bu labirentin üç kapısı, dolayısıyla içeri girmek isteyen için üç seçenek vardır. Her seçenek içeriye gireni başka yollardan labirentin ortasına ya da öteki çıkış kapılarına götürür. Labirentin duvarları yirmi dört sanatçı tarafından üretilmis metaforik imgeleri ve nesneleri taşımaktadır. Bunlar, bu tür kitlesel etkinliklerde görmeye alıştığınız ve belki de beklediğiniz türden, dolaysız temsil eden ve size doğrudan doğruya mesajlar veren “sanat eserleri” değil, sanatçıların düşüncelerinin, deneyimlerinin, yorumlarının görselleşmiş / nesnelleşmiş süreçleridir; bunların öncesi vardır, sonrası olacaktır; bunlar farklılıklar ve yinelemelerdir.

Labirentte bu imgeler ve nesnelerle başbaşa kaldığınızda günlük yaşamınızda görmeyi istediğiniz / istemediğiniz, içinde yaşadığınız / yaşamak zorunda olduğunuz siyasal, ekonomik, kültürel koşullarda kabul ettiğiniz / etmediğiniz bütün olguları görebilir ve tanıyabilirsiniz; bu yapıtların sanat olup olmadığı konusunda kuşku duyabilirsiniz; tektipleşmeye, tüketime, geçiciliğe yönlendirilmiş görsel alışkanlıklarınızı rahatsız ettiği için bunlara karşı tepki duyabilirsiniz; bunların gerçekleri yeterince yansıtmadığını düşünüp küçümseyebilirsiniz; gerçeklerin böyle irdelenmesi gerektiğini düşünüp sevinebilirsiniz. Bu duygu ve düşünceler bir yandan sizin, öznel bir “hakikat”ı aradığınızın güvencesidir. Bir yandan da tüketim ve eğlence sanayii size başka şeyleri sanat olarak dayattığı için, algı gücünüz zorlanabilir, önyargılarınızı silkip atamayabilirsiniz, bakış açınızı genişletmekte güçlük çekebilirsiniz.

Sanatçılar sizin bu duygu, düşünce ve tepkilerinize karşı donanımlıdır; çünkü üretimlerinin temelinde, yaşadığımız dönemin karmaşık düzeninin – geçmiş ve gelecek boyutlarını da içeren bir biçimde – yapısökümü vardır. Bu yapısöküm, durmadan yinelenen bir biçimde farklı hakikatlerin arayışını içerir; başka bir deyişle, tüm insan eyleminin doğurduğu sonuçlar/sorunlar için kesin yanıtlar bulmaktan çok sorunla uğraşarak, çözümsüzlüklerin önünü açmaktır bu. Kesin bir sonuca ulaşmaktan çok sürekli bir etkinlik ve üretimdir. Siz, labirentte size özgü bir biçimde özlediğiniz hakikatı ararken, onlar kendi hakikat arayışlarını kitlelerin hakikat arayışlarıyla örtüştürerek bu kışkırtıcı, uyarıcı, sarsıcı imgelere ve nesnelere dönüştürmüş oldukları için, sizden bir adım öndedirler. Onlar kendilerini hakikatlerin kaosunda gerçekleştirmenin yolunu bilirler. Bu etkinliğe ve bu sergiye, insan varlığı için en temel hakikat olan “insan hakları” konusunda bilgilenmek, uyarılmak, eyleme katılmak için geldiğinizi varsayıyoruz. “İnsan Hakları” için kitlesel bir etkinlik düzenlemek, bir gerekliliğin sonucudur. Siyasal sistemlerdeki bozukluklar, yönetim sistemlerindeki yetersizlikler ve ahlaki çürümüşlük, emeğin, alınterinin sömürülmesi, ırk ve cins ayrımcılığı, mikro ve makro savaşlar, doğal dengelerin onulmaz biçimde bozuluşu ve daha nice olumsuzluk dünyayı ve içinde yaşadığımız ülkeyi doğası ve insanlarıyla dev bir sorun/yıkım ortamına sokmuştur. Her zaman olduğu gibi, günümüzde de insanlar, paradoksal olarak kendi ürettikleri “bu dünyayı/ülkeyi değiştirmek” istemektedir. Büyük değişimler, yıkmak ve yeniden yapmakla gerçekleşir. Foucault’nun öyküsünde geleneksel kurtarıcı (Ariadne) yok olmuş, ip kopmuş ve Theseus tek başına kalmıştır. Ya kaos içinde yitip gidecek ya da her şeyi yeni baştan kuracaktır.

Türkiye’de şimdilerde insanın kendini 21.yy’ın insanı olarak gerçekleştirebileceği, gereken özgürlükleri ve eşitliği içeren yeni bir toplum düzenine kavuşmak gibi “hakikatler” uzak görünüyorsa da, değişim istemek, umut beslemek, “hakikat her şeyin üstesinden gelir” inancını taşımak, tarihi yeniden yazmak için iyi bir başlangıçtır.

BERAL MADRA / ARALIK 2000

İnsan Hakları Sergisi Logosu: Bülent Erkmen